İŞGAL ALTINDA YAŞIYORUZ

Yabancı bayrakların, yabancı orduların, yabancı devletlerin işgali değil bu. İşçisiyle, köylüsüyle, memuruyla, öğrencisiyle bütün bir halkı, kendisi, kendi varlığı, kendisini var edenler için tehlike sayanların işgali.

Kendi sorununu kendi özgücüyle çözmekten başka yolu kalmayan bir halkın, bir kez bunu başarabileceğini, kendi başına, kendi özgücü ve doğrudan etkinliğiyle başarabileceğini gördüğü, ve böylece, o güne kadar kendisinin yerine “yönetmiş” olanların, “korumuş” olanların, “düşünmüş” olanların, artık gereksiz bir yük olduğunu anlamaya başlamasıyla kendi varlık sebeplerini yitirenlerin, “yöneticilerin”, “korucuların”, “düşünen”lerin, halkın kendi öz etkinliğiyle yeniden düzenlemeye giriştiği bütün alanları, mekanize birliklerin desteğinde silahlı ve silahsız adamlarının ellerine teslim ederek giriştiği bir işgal bu.

Fabrikalarda işçilerin, üniversitelerde öğrencilerin, gecekondularda yoksulların ve tüm ülkede halkın olan ne varsa hepsinin geriye alındığı, ezildiği, yok edildiği; fabrikaların kapitalistlere, üniversitenin polise, gecekonduların soygunculara ve tüm ülkenin emperyalistlere teslim edildiği bir işgal.

İşgalciler “harekatlarını”, tıpkı emperyalistlerin, sömürgeci işgallerini, işgal ettiği ülkenin “gerilik ve vahşet” içinde olduğunu ve burada, “uygarlığı” getirmek için bulunduklarını söyleyerek haklı göstermeye çalıştıkları gibi, “anarşi-terör-kargaşa” içindeki ülkeye, “huzur-sükun- düzen” getirmek için geldiklerini söyleyerek meşrulaştırmak istediler.

“Anarşist-terörist” dedikleri, silahlı halk, “anarşi terör dedikleri ise kendini savunan, kendi kaderine hükmetmeye başlayan halktan başkası değildi. “Huzur-sükûn-düzen” dedikleri ise, emekçilerin susturulduğu bir düzende emperyalistlerin, büyük mülk sahiplerinin ve yardakçılarının “huzur” ve “güven içinde varlıkları sürdürmeleriydi.

İşçiler, köylüler, öğrenciler, faşist teröre karşı örgütlenerek ve ellerinde bulunan ne varsa onun- la kendisini savunarak “huzuru” bozuyordu. Ve huzurun bozulduğu alanlar işgal altına alındı. Fabrikalar, gecekondu mahalleleri, üniversiteler, hayatın her alanı ve her boyutu işgal edildi. Suç yeri bütün ülke yüzeyi, suçlu bütün halktı.

Sivil faşist teröre karşı anti-faşist bir direnme savaşının gelişmekte olduğu 1980 öncesinde, şiddet biçimi kazanan toplumsal sınıf mücadelelerinin yıkıcı bir kargaşalık olarak sunuluşu ve devrimci halk güçlerinin, tüm kitle araçlarıyla yaygınlaştırılan bu anlayışın gerçek bir yıkım hazırlamakta olduğunu açıklamak ve göstermekte yetersiz kalışı, işgalcilerin gördüğü yaygın onayın temel bir unsuru olmuştur.

Üretenlerin üretim yaptıkları alanlara kendi öz etkinlikleriyle sahip çıkmalarına “yıkıcı bir nitelik yüklenmiş ve halkın, yaşamın bütün alanlarında kendi etkinliğiyle biçimlediği bütün yapılar ve bunu yaparken kullandığı bütün yöntemler bu “yıkımın” kaynağı olarak gösterilmiştir. Demekler, sendikalar, belediyeler, halkın kendisi tarafından örgütlendiği ve halkın doğrudan etkinliklerini kendi etkinlik temeli haline getirdiği ölçüde “şer odakları” olarak nitelenmiş, grevler, boykotlar, mitingler, öz-savunma çabaları, halkın kollektif üretim ve kültür etkinlikleri “yıkıcı faaliyetler” olarak mahkûm edilmiştir.

İşgalcileri göre halk, ne yaptığını bilmeyen ve dokunduğu her şeyi kırıp parçalayan ayak takımından başka bir şey değildi. Oysa, fabrikalarda makinalara gözü gibi bakan, üretimi kendi başına ve çok daha verimli bir biçimde sürdürenler grevci işçilerdi, oysa halkın egemen olduğu belediyeler ülke tarihinin en parlak belediyecilik örneğini yaratıyordu, oysa öğrencilerin üniversite yaşamının etkin bir gücü haline geldiği okullar, gerçek bir bilimsel üretim merkezi olarak bütün halkın hizmetine koşuyordu. Kırılıp parçalanmaya başlayan bir şey varsa, o da işçinin dışlandığı üretim süreci, halkın dışlandığı kamu kurumları, öğrencinin pasif bir nesne olarak değerlendirildiği emekçi halktan yalıtılmış bir eğitim sistemi ve bunun kurumsal ifadeleriydi. Yani kırılıp parçalanmaya başlanan, bir bütün olarak, emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin emekçi halka karşı, kan ve gözyaşı pahasına sürdürdükleri talan düzenini ayakta tutan ilişki biçimleriydi.

Şiddetli bir çarpışmanın ortasında, emekçi halkın, kendi özgücüne ve doğrudan eylemliliğine dayanarak kurduğu ve yeni toplumsal ilişki biçimleri, toplumsal güçlerin bu yeni konumlanışı çarpışmanın nedeni değil sonucuydu.

Öğrenim özgürlüğünü ve can güvenliğini sağlamak üniversite gençliğinin başlıca sorunuydu. Gençlik, MC hükümetlerinin ve kolluk kuvvetlerinin desteğindeki sivil faşist çetelere karşı kendisini savunmak için, kendi özgücünden başka hiçbir şeye dayanamayacağını kısa sürede gördü. Üniversiteyi ve öğrenci yurtlarını soygunculara besleme yetiştiren kamplar haline getirmek isteyen faşist çetelere karşı dişiyle tırnağıyla direndi. Bilimin ve gelişmenin düşmanlarına karşı bilimin yurdunu korumaya azimli en önemli güç olduğunu kanı pahasına gösterdi. Gençlik, faşist saldırganlığa karşı mücadelesinde başarılı olduğu oranda, üniversite yaşamının asli unsuru olarak kendisini kabul ettirdi.

Faşist saldırganlığa karşı kendi özgücünden başka bir şeye dayanamayacağı ortaya çıkan yalnızca öğrenci gençlik değildi. Faşist saldırıyla karşı karşıya gelen bütün emekçi halk güçleri, kendisini mevcut siyasal yapı içinde tanımlayan bütün kurumların faşist saldırganlığa karşı etkin bir direnme gücü oluşturamadığının hızla bilincine varıyordu. Emekçi halk için tek yol, faşist saldırıya kendi doğrudan gücüyle cevap vermekti.

İşte tam bu noktada, Devrimci Gençliğin eylemi ile emekçi halk güçlerinin eylemi arasında derin ve güçlü bir bağ oluştu.

Emekçi halkın anti-faşist direniş eylemi, Devrimci Gençliğin yoğun katılımı ve desteği ile yükseltilmeye çalışıldı.

Öte yandan üniversite, toplumun ezilen katmanlarının somut gereksinimleriyle canlı bir bağ kurdu. Bilimsel üretim “tarafsızlık” olarak sunulan halktan yalıtılmışlık durumundan ve bunun doğrudan sonucu olan büyük mülk sahiplerinin gereksinimlerine göre şekillenmekten kurtulmaya başladı.

İşte her şeyi “çok iyi bilenlerin, kendilerini bu ülkenin “sahibi” sananların, üniversitede rahatsız oldukları şey budur.

Biliyorlar ki, emekçi halkın sıralarından gelen, öğrenim süresi boyunca emekçilerle benzer şartları paylaşan ve büşük bir kısmı diplomalı işsiz olarak tekrar onun saflarına dönecek olan öğrenciler, üniversitede emekçi halkın sesi olacaklardır.

Bilim adamının, doğa, toplum ve insan yapısını çözümleme ve böylece insan toplumunun doğaya ve kendi ürünlerine egemenliğinin koşullarını araştırma yönündeki çabası, kendi varlığını belirli toplumsal varoluş koşullarının devamlılığına borçlu olan ve bu toplumsal varoluş biçimini süreklileştirmek isteyen sınıfların egemenliği ile bir noktada çelişkiye düşer. İşte bu noktada üniversite sürekli olarak bir muhalefet odağı haline gelme potansiyelini içerir. Sömürge ülkelerin egemen ekonomik, siyasal, kültürel yapılarındaki çarpıcı akıldışılık, bu potansiyelin muhalefet etkinliğine dönüşmesini neredeyse zorunlu kılar ve üniversite kısa sürede toplumsal muhalefetin etkin bir unsuru haline gelir. Bu nedenle siyasal iktidar kurulu düzen adına üniversiteyi hedef tahtası haline getiriyor.

İşte bu yüzden egemen sınıfların emekçi halka karşı yürüttükleri saldırının ayrılmaz bir parçasını üniversiteye saldırı oluşturuyor.

1980’de halka karşı elde ettikleri kesin zaferin ardından dayattıkları, emekçi halkın Sevr’i olan, Anayasanın üniversiteye dikte ettiği işgal koşullarıyla üniversitede özerkliğin ve demokrasinin yok edildiğini resmen ilan ettiler.

Dil Tarih baskınından Turan Emeksiz’in katline, Kanlı Hazar’dan 5 Mart ODTÜ baskınına, SBF katliamından 16 Mart İstanbul Üniversitesi katliamına uzanan kanlı saldırılar zinciri, yalnızca üniversite öğrencilerini hedef almadı. Orhan Yavuz, Bedri Karafakioğlu, Ümit Kaftancıoğlu, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Yaşar Doğanay üniversiteye kastedenlerin aramızdan aldığı öğretim görevlileriydi. Üniversitenin onurlu üyelerinden arındırılması operasyonu, 1980’den sonra çok daha köklü ve yaygın bir nitelik kazanarak gelişti.

Üniversite öğrencileri ve öğretim görevlilerinin bütün akademik-demokratik örgütleri dağıtılıp yöneticileri ve üyeleri hakkında birbiri ardına soruşturmalar açıldı.

Üniversiteyi kanları pahasına savunan öğrenciler üniversiteden sürüldü. Hapishanelere, işkence tezgahlarına, darağaçlarına gönderemediklerini, sokaklarda, dağlarda kurşunlayamadıklarını 1402 sayılı yasayla sokağa attılar.

İlerici-demokrat tutumlarıyla üniversiteyi üniversite haline getiren öğretim görevlilerinin bir kısmı, 1402 sayılı yasayla, bir kısmı da taciz edilip istifaya zorlanarak üniversiteden atıldı.

Bu saldırı dalgasıyla üniversitenin kurucu öğeleri üniversiteden dışlanırken üniversitenin kapıları ardına kadar üniversiteli olmayanlara emekli generallere, valilere, emniyet görevlilerine, MİT’e, polise açıldı.

Eğer üniversiteye dışardan bir sızma söz konusu ise bu, üyelerinin yarısı az önce saydığımız mesleklerden gelen YÖK’ün ta kendisidir. Sıkıyönetimle, hükümetle, siyasi polisle derin bir dayanışma gösteren YÖK’ün üniversiteler karşı düşmanca davranması, yalnızca, YÖK’ün üniversiteye ait olmadığını kanıtlar.

Kapısında polis karakolu, içinde emekli subayların yürüttüğü idare amirliği, kafasının üzerinde sallanan Disiplin Yönetmeliği ve her boya uygun ceza kanunlarıyla YÖK üniversitesinde bilim rehin alınmıştır.

Artık üniversitede “bilim”in yerini “resmi bilim” almıştır. Ve “resmi bilim”, bilimin insanlık adına gerçekleştirdiği bütün kazanımları yok etmeyi hedefleyen Türk-İslam sentezidir.

Üniversitenin gerçek sahipleri, bütün bu saldırılar karşısında haklarına sahip çıkamaz, tepki gösteremez hale gelmiştir. Bunun bir nedeni de yaşanan işgalin öğrenciler, öğretim görevlileri ve halkın gözünde meşru kılınmaya çalışılması, doğal olanın yaşanan olduğunun kitle iletişim araçlarıyla kamuoyuna devamlı empoze edilmesidir.

Rejimin, bugün üniversitelerde ve yurtlarda sürdürdüğü işgalle, üniversite öğrencilerine uygulanan “mahkûm”, “asker kişi” ve “zanlı” muamelesiyle önlemeye çalıştığı temel “tehlike”, öğrencilerin üniversite yaşamının etkin bir gücü haline gelmesidir.

Bütün toplumun göğüs kafesini aynı cendere sıkmaktadır. Toplumsal yaşamın bütün alanları ve bütün düzeyleri, bu ülkenin ezilen emekçi çocukluğundan alınan güçle değil, büyük sermayeden, emperyalizmden alınan güç ve yetkiyle, “kılıç hakkına” dayanılarak düzenlenmekte ve yapılaştırılmaktadır. Emekçi sınıflarla, gerçekleştirilen ekonomik, politik, sosyal düzenlemeler arasındaki bütün bağlar bilinçli ve kasıtlı bir biçimde koparılmış, toplumun gerçek üreticileri koyu bir karanlık içine itilmiştir.

Yıllardır bu durum, “meselelerin sokakta çözülemeyeceği, ülkenin çok büyük sorunları olduğu ve bu sorunların usta ellere bırakılması gerektiği” söylenerek açıklanmaktadır Sorunların sokakta çözülemeyeceğini söyleyenlerle sorunları çözmek için sokaktan başka yer bırakmayanlar aynı güçlerdir. Sorunları yaratanlar da onlardır zaten. Yıllardır, bizim için “hazırlandığı” söylenen geleceğin hayalleriyle oyalanıyoruz. Artık anlaşılmalıdır ki, bizler için hazırladıkları gelecek, bugün yaşadıklarımızdır.

Ve artık anlaşılmalıdır ki, ellerimizi biz kendimiz yönetmediğimiz sürece, kuracağımız gelecek de bizim için kurulan bir gelecek değil, ellerimizi yönetenler için kurulan bir gelecek olacaktır. Üniversite gençliği için de sorun şöyle konulmuştur.

Bugünü üzerinde söz ve karar sahibi olamayan üniversiteli, yarınını da belirleme gücünde olamayacaktır.

Üniversite gençliğinin, üniversite yaşamının ektin bir gücünü oluşturması, devrimci bir gençlik hareketinin yaratılmasıyla bir ve aynı şeydir.

Bugün gençlik hareketi bir durağanlık dönemi yaşamaktadır. 1980 sonrasında ezilerek dağıtılan gençliğin bağımsız eylemi ve örgütlülüğü bugüne kadar sürekli ve örgütlü bir biçimde yeniden yaratılamamış, kurulan öğrenci örgütleri ve üretilen politikalar böylesi bir işlevi gerçekleştirememişler ve bu nedenle de krize düşmüşlerdir.

Öğrenci gençlik hareketini ve bu hareketin öz örgütlerini, temel olarak sosyalistlerin kendilerini ifade etmek için “kullandığı” alanlar olarak gören anlayışlar, öğrenci derneklerinin, gençlik eylemliliğini kucaklayarak onu daha ileri mevzilere taşıyamaması karşısında, verili durumu değişmez kabul ederek sosyalist gençlik örgütleri düşüncesini ortaya atmışlardır.

Sosyalistlerin kitleler nezdindeki meşruiyetlerini önemli ölçüde yitirdikleri ağır bir yenilgi döneminin ardından kurulacak Sosyalist Gençlik Örgütleri, derneklerin bu günkü krizini yaratan durumun bir şey olarak tescil edilmesinden öte bir anlam taşımaz. Devrimci Gençlik, sosyalistleri üniversite gençliği içinde marjinal bir topluluk halinde statikleştirecek bu tür önerilere prim vermeyecektir. Devrimcilerin yeri bugüne kadar hep kitlelerin içinde olmuştur. Bundan sonra da böyle olacaktır.

Bugün, gençliğin, içinde yaşadığı toplumun sorunlarıyla olan bütün bağlantısı koparılmaya çalışılmaktadır. Bugün üniversitede, üniversite gençliğinin kendi koşulları karşısında kayıtsızlığa itme biçiminde ortaya çıkan politika, gençliği, özel olarak kendi yaşamı, genel olarak toplumsal yaşam karşısında sorumluluk duymayan, verili durumu olanaklı tek durum olarak kabul eden etkisiz, kişiliksiz bir güruh haline getirmeyi amaçlamaktadır.

Oysa gençlik kendisine giydirilmeye çalışılan bu deli gömleğine sığmadığını ve sığdırılamayacağını defalarca ortaya koymuştur. Bunu bugün, burada bir kez daha ortaya koymaktadır.

– Ülkemizin, uluslararası kapitalizmin ucuz işgücü deposu, mutfağı ve çöplüğü haline getirilmesine karşı sessiz kalmayacağız.

– Ülkemizin insani ve maddi zenginliklerinin bir avuç asalağın çıkarları uğruna hovardaca harcanmasına sessiz kalamayız.

– Ülkemizin, militaristlerin, ırkçıların, diktatörlerin safına sokulmasına sessiz kalamayız.

– Bu ülkenin emekçi insanlarının, insanlığı yıkıma götürecek bir uluslararası stratejiye alet edilmesine göz yumamayız.

– Kürsüleri onurlu, halktan yana, gerçek bilim adamlarına kapalı, kışla disipliniyle yönetilen, polis işgali altında, eğitimi işletmecilik kurallarıyla düzenleyen bir üniversitede “potansiyel suçlu” muamelesi görerek okumak istemiyoruz.

– Ülkemizin gerçek sahiplerine; işçilere, köylülere, kafasıyla koluyla çalışan, üreten, yaratanlara bırakılmasını istiyoruz.

– Ve üniversitemizi istiyoruz. Gerçek bir bilim ocağı haline getirmek için, bilimi halkın malı haline getirmek için, gerçekten bağımsız, demokratik, özgür insanların Türkiye’si için:

– Okullar üniversite dışı unsurlardan tümüyle arındırmalıdır.

– Üniversiteden öğrenciler ve öğretim görevlileri değil polis atılmalıdır.

– İdare amirliği kurumu kaldırılmalıdır.

– YÖK lağvedilmeli, üniversite yönetimleri öğretim görevlileri, öğrenciler ve çalışanların eşit sayıda seçilmiş temsilcileriyle oluşturulmalıdır.

– Disiplin Kurulları, eşit sayıda öğrenci ve öğretim görevlisi tarafından seçimle oluşturulmalıdır.

– Mevcut disiplin yönetmeliği iptal edilmeli ve eşit temsil ilkesiyle seçilmiş bir komisyon tarafından yeniden yapılmalıdır. -Beslenme-Barınma hizmetleri, ders kitapları ve araçları parasız sağlanmalıdır.

– Kantin-yemekhane-sosyal ve kültürel etkinlikler tümüyle öğrencilerin denetimine bırakılmalıdır.

– Kredi ve Yurtlar Kurumu idaresi öğrencilere devredilmelidir.

– Akademik kariyerde ve memur alımında güvenlik soruşturması kaldırılmalıdır.

– 1402 sayılı yasa ve disiplin soruşturmaları ile atılan tüm üniversite mensupları görevlerine iade edilmeli, Üniversiteye öğretim görevlisi kabulünde YÖK denetim ve (akademik standartlar dışındaki) tüm sınırlamalar kaldırılmalıdır.

Öğrencilerin, öğretim görevlilerinin ve çalışanların örgütlenme ve söz söyleme özgürlüğü üzerindeki bütün sınırlamalar kaldırılmalı, üniversite tarafından desteklenmelidir. Tek kelimeyle, üniversite üniversitelilerin olmalıdır.

Bu mücadelenin temel gücü öğrencilerdir.

Üniversitelerin öz güçleri, ancak, öğrencileri bilinçli, örgütlü, kitlesel ve aktif tavrıyla harekete geçirilebilir.

Öyleyse ilk hedef, öğrencilerin “yeter söz artık bizimdir!” diye bilmelerini sağlamaktır.

Bugüne kadar bu mücadele yalnızca, genel olarak ülkenin, özel olarak da içinde yaşadığı ortamın, üniversitenin sorunlarına karşı duyarlı bir tutum alan sosyalist öğrencilerin etkinliklerinden ibaret kalmıştır.

Bu, bir yana, siyasal-toplumsal tavır alışta sosyalistlerin bu ülkedeki en diri güç olduğunu gösterirken öte yandan henüz genel bir toplumsal canlanmanın ortaya çıkmadığını, sosyalistlerin bu bakımdan görevini gereğince yerine getirmediklerini göstermektedir. Bu noktada devrimci sosyalistlerin üniversitedeki temel görevleri öğrenci gençlik mücadelesini örgütlemek-kitleselleştirmek-politikleştirmek ve programlaştırmaktır.

Devrimciler, öğrenci gençliğin çeşitli biçimlerde saptırılmış gerçek gereksinimlerini ortaya çıkarmak ve bunları öğrenci gençlik kitlesine bütün araçlarla ulaştırmalıdır. Üniversite, işgalin hüküm sürdüğü bütün alanlarda ve öncelikle üniversite yaşamının temel parçalarından, Anfide, Kantinde ve Yurtta gençliğin kendi demokratik öz inisiyatifleri yaratılmalı ve doğrudan demokrasiye dayalı olarak örgütlenmelidir. Öğrenci dernekleri, üniversitedeki bağımsız öğrenci inisiyatifinin kendisini örgüt biçimi altında ifade ettiği alanlar haline getirilmelidir.

Üniversite gençliği, içinde yaşadığı toplumla doğrudan bağlantı kurmalı ve Üniversiteyi Üniversitelilere kazandırma hareketi, emekçi halkın kendi kaderine el koyma yönünde gelişen muhalefetinin organik bir parçası olarak değerlendirilmelidir.

Öğrencilerin, bütün demokratik muhalefet etkinliklerine aktif katılımı sağlanmalıdır.

– İnsan Hakları inisiyatifleri

– Kapitalist saldırganlığa karşı işçi direnişleri

– Ezilen ulusların meşru ve vazgeçilmez hakları için yürüttüğü mücadeleler

– Irkçılığa, Militarizme, çevrenin tahribine, cins ayrımcılığına karşı yükseltilen mücadeleler,

Öğrenci gençliğin saflarında gerçek ve içten dostlarını bulmalı, üniversite gençliği topumu- muzun gündelik yaşamında kendine özgü biçimlerle beliren bu gibi sorunlara karşı sürekli uyarılmalıdır.

Öğrencilerin bağımsız öz örgütleri, toplumsal muhalefet etkinliklerine aktif bir biçinde katılmaya yöneltmelidir.

Devrimci Gençlik, her üniversite-fakültede özgül birim politikaları oluşturmaları, demokratik kitle örgütlerinde temsil ilişkisini sağlıklı kılmayı gözetmeli ve dernekleri kısır tartışmalar üreten emekli kahveleri olmaktan çıkarıp demokratik bir biçimde karar alıp uygulayan gerçek örgütler haline getirmelidir.

Devrimci Gençlik, emekçi halkın kendi kaderine el koyma hareketindeki onurlu yerini bugüne kadar olduğu gibi bugünden sonra da alacaktır.

Yaşasın Gençliğin Devrimci Eylemi

İşgale son-Polis dışarı

Üniversiteler bizimdir, bizim olacaktır.

Söz, Yetki, Karar İktidar Halka

İstanbul Üniversitelerinden DEVRİMCİ GENÇLİK

*80 sonrasında çıkan ilk Devrimci Gençlik bildirisidir.

Tagged in :